Yeni Bir Zulmün Başlangıcı

“Hava ılık, rüzgârlı ve oldukça güzeldi. Hiçbir şeyden habersiz normal yaşantımıza devam ediyorduk. Fırtınadan önceki sessizlik gibi deniz susmuş o fırtınayı bekliyordu. Hiç kimsenin keyfi yoktu. Oturmuş yemeğimizi yiyorduk. Sanki oturduğum odun parçası daha önce oturduğum odun parçası değildi. Hiç kimsenin iştahı yoktu balıklar bizim yüzümüze bakıyorlardı. Ben bütün bu gariplikten uzaklaşarak oynamaya gitmiştim. Hava kararıyordu, etraf sessizleşiyordu… Kuşların cıvıltısı, dalgaların sesleri bu sessizliği bir an olsun şenlendiriyordu…

Sabah oldu, dünkü ölü sessizliği hala devam ediyordu. Sabahın ilk ışıkları tenimizi yakıyordu neredeyse… Birden bir gürültü koptu. Ne olduğunu anlamamıştık, herkes birbirine bakıyor ve ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ağaçların arkasından sesler geliyordu ama anlayamıyorduk. Kabilemizin bütün üyeleri sesin geldiği tarafa koşmaya başlamıştı, üstüne giydikleri giysiler (ki buna da giysi diyemezdik…) koşarken savruluyordu, boyunlarındaki boncuklar şıngırdıyordu… Ağacın arkasından baktığımda gördüklerime inanamamıştım neredeyse… Değişik hayvanlar(insanlar) topraklarımıza ayak basmıştı. Bütün kabilemiz karşılarında durmuş onları büyüleyici bakışlarla inceliyorlardı. Kabilemizin en büyüğü elini uzatıp –o kim olduğunu bilmediğimiz yaratığa- dokunmuştu. Yaratık hiçbir tepki vermiyordu. Bir an en yaşlımız ona boncuklar vermeye başladı, önünde eğilmişti. Yoksa o yaratık bizim yaratıcımız mıydı? Bütün kabilemiz onun karşısında diz çökmüş, ona tapıyordu. Küçük adımlarla içimize girmeye çalışıyorlardı. Onları evimize davet etmiştik-el hareketleriyle tabi ki-. Herkes ona inanılmaz derecede bir sevgi besliyorlardı. Herkes o yaratıkla tanışmak için sıraya girmişti. Aslında bize çok benziyordu: iki kolu, iki bacağı, iki gözü, iki eli… Neredeyse her şeyimiz ona benziyordu ancak o nasıl bizim yaratıcımız oluyordu? Bize kırmızı şapkalar vermişti… Birden etrafı incelerken kabilemizden birine elini doğrulttu… Bizim taktıklarımız onun çok hoşuna gitmişti ve bizi neredeyse umursamıyordu. Sanki sadece o takılar için gelmişti-önemsiz bir şeydi halbuki- Normal yaşantımızda kullandığımız takıları, bizi, hayvanlarımızı (renkli papağanlarımız çok güzeldir) inceleyip duruyordu. Bir süre boyunca bizimle kaldı…

Bir sabah aniden kalktı ve- o çok sevdiğim renkli papağan- kuşu, kuşları toplattırmaya başladı. Adını bilmediğim dört köşeli bir şeyin içine koymuştu. Takılarımızı bizden almıştı-hatta daha fazlasını-. Bizi de zorla- suyun üstünde duran cisme- bindirmeye çalışıyordu. Herkes büyük bir isyanda ve üzüntü içindeydi. Ailemin kolundan tutup zorla o cisme bindirmeye çalışıyorlardı. Ben ellerinden kurtulmaya çalıştım ama bir tanesi bana vurdu ve beni kolumdan tuttuğu gibi bindirdi. Biz onlara çok iyi, sevecen davranmıştık. Onlar neden bize böyle yaptılar şimdi? Bizi neden evimizden ayırdılar. Kendimi büyük bir boşluğun içinde gibi hissetmiştim…

Yolculuğumuz devam ediyordu. Bize çok kötü davranıyorlardı. Neredeyse açlıktan ve susuzluktan ölecektik. Yanımda kardeşim duruyordu, öbür yanımda ise annem… Ne yazık ki babamız yanımızda değildi. Onu dün akşam kolundan tutup bir deliğe çekmişlerdi. Dün akşamdan beri gözüme uyku girmiyordu. Çünkü babamın acılı çığlıkları bize geliyordu. Sanki o çığlıklar beni bir adam gibi dövüyor, etrafa savuruyordu. Bu nasıl bir acıydı böyle?  Gözlerim artık kurumuş ve kızarmıştı. Artık acıdan gözlerimi kapayamıyordum, oturduğum yere kemiklerim batıyordu ve hep yönümü değiştirmek zorunda kalıyordum. Ve birden etraf bulanıklaşmaya ve babamın sesi boğuklaşmaya başlamıştı…

Yine eskisi gibi evimizdeydik. Ben ve kuşum oyun oynamaya devam ediyorduk. Neredeyse gün kararıyordu. Hiç olmadığım kadar mutluydum. Ailemin yüzlerinden gülücükler saçılıyordu. Sanki gözleri bir ışıkmış gibi parlıyordu… Beni birisi sarsıyordu ama anlayamıyordum. Bundan bir an önce kurtulmak için etrafıma bakındım ama görünürde kimsecikler yoktu. Birden gökyüzü hiç görmediğim bir parlaklıkla aydınlanmaya başladı… Birinin kucağındaydım, bu bana inanılmaz derecede mutluluk ve huzur veriyordu. Etrafı kokladığımda o kokuyu hissetmiştim, bu annemin kokusuydu. Sanki kendimi çiçek bahçesinde gibi hissettim. Çeşit çeşit çiçek ve etraftaki muazzam koku… Birden yüzüme bir damla düştü, etrafımdaki bütün çiçekler solmaya başladı. Hava kararmış, yağmur yağmaya başlamıştı… Etrafımdan çığlıklar duyuluyordu… Sarsıntı şiddetlenmişti… Gözlerimi artık bu sarsıntıya dayanamayıp açmıştım. Annemin gözleriyle karşılaştım bir an. Gözlerinin içine baktığımda inanılmaz bir fırtına, inanılmaz bir korku görmüştüm. Kafamı sola doğru çevirdiğimde kardeşimin yerde yattığını gördüm… Ona biraz yakınlaşmak istedim ama annem beni inanılmaz bir güçle tuttu. Ama fark etmiştim, kardeşimin gözleri zifiri karanlıkta etrafı aydınlatıyordu.

Yolculuğumuzun bittiğini anlamıştık. Çünkü çok güçlü bir gürültüyle sarsılmıştık. Demek ki karaya ulaşmıştık-Nihayet-. Bizi indirmeye başladılar. Nasıl bindirdilerse aynı şiddetle ve kuvvetle… İndiğimde o kocaman şeye gözlerimi diktim. Çok ihtişamlı ve ilgi çekiciydi. Önündeki denizkızı heykeli içimi aydınlatmıştı adeta… Ama birden içimdeki şeyi aniden söndürdü, kalbimdeki kardeşlik sevgisini… Bizi sürüklemeye başladılar. Gözlerim babamı arıyordu ama onu hiçbir yerde göremiyordum. Birden arkamdan birisi sarılmıştı “ Canım oğlum, yaşıyorsun!!”  Arkamı döndüğümde ani bir korkuyla kendimi o kollardan sıyırmıştım. Babama ne olmuştu öyle? Işık saçan gözlerine ne olmuştu? Nur yüzüne ne olmuştu?…  Tekrar gemiye-artık öğrenmiştim ismini- bakmak istedim. Ama kardeşimin ölü bedenini suya atıyorlardı… Ruhu artık özgürdü…

İlerde kocaman bir şey görmüştüm. Uzun bir boru vardı, altında ateş yanıyordu. Bizi oraya doğru ittiriyorlardı. İlerde divanına oturmuş Tanrımızı gördüm, keyfi çok yerindeydi. Bizi gruplara bölmeye başladılar ve o boru dediğim şeye takmaya başladılar. Yoksa bizi öldürüyorlar mıydı? Öldürmek için mi bizi buraya taşımışlardı. Babam gözlerindeki sönmüş ateşle o tarafa doğru baktı. Gözlerimiz bir anda buluştu. Sanırım bu bakışma bizim vedamızdı… Annemle babamı o boruya geçirmişlerdi, altlarında ateş yanıyordu. Bu bir insan katliydi! Baş aşağı olan insanların önce saçları alev alıyordu, sonra kafaları sonra da… Hiç kimse tek kelime etmiyordu. Bizi getirenlerin yüzüne baktığımda inanılmaz bir sevinç gördüm, resmen kahkaha atıyorlardı. Önlerindeki insanlar acı çekerek çığlık atıyorlardı, aslında bu bir çığlık değildi: Yalvarıştı, yardım dilemekti… Daha fazla bu olanlara dayanamayıp arkamı dönmüştüm. Annem ve babam arkada alevler içindeydi… Kurtulmak istiyorlardı ama kurtulamıyorlardı. Birden arkadan bir ses geldi, bu sesi tanıdım: Tanrımızın sesiydi bu. Ölenlerin çok çığlık attığını ve onun rahatını kaçırdığını söylemişti.-Tabi o zaman anlamamıştım ama sonradan anladım- Bunu duyan şeytanlar kabilemizi suya sürüklemeye başladılar-Tonya Kabilesi’ndendik- Sanırım boğarak ölmek daha sessiz ve daha az acı çektiriyordu. İnsanları boğazlarından yakalayıp suyun altına birer birer sokmaya başladılar. İnsanlar çırpınıyordu… Durgun olan su birden dalgalanmıştı ve kabarmaya başlamıştı… İnsanların çırpınışıydı sebebi…
Ormanın içine koşmaya başladım, o izdihamın içinde beni fark etmemişlerdi. Güzel bir yere saklandım. Bir süre daha orada bekledim ve kulaklarımı kapatmıştım. Annemin ve babamın çığlıkları beynimden çıkmıyordu. Delirmek üzereydim… Yine açlığıma dayanamayıp kendimden geçmiştim…

Tenimde bir sıcaklık hissetim, başımda birisi duruyordu. Ama tanımıyordum. Elinde sıvı bir şey vardı-çorba-, onu bana içirmeye çalışıyordu. Birden adamın yanına kızı geldi, benim yaşlarımdaydı. Yerimde doğruldum ve etrafıma bakındım. Burası bizim evimiz gibi değildi, renkli kuşum yoktu… Adam soran gözlerle bana bakmaya devam ediyordu. Bir şeyler söylüyordu ama anlamıyordum. Bu yeni duruma alışmaya çalışmıştım…”

Evet şimdi size hikâyenin devamını anlatayım. Büyüdüm ve bir yetişkin oldum. O dönemi daha iyi anlamaya başladım. İspanyolcayı yavaş yavaş öğrendim. Şimdi size gerçekleri anlatacağım…
Tarihler 12 Ekim 1492’yi gösteriyordu. Bu serüven Bartelmi Diaz’ın Ümit Burnu’nu keşfetmesiyle (1488)  başlar, Vasko Dö Gama’nın Hindistan’a ulaşmasıyla son bulur. Kristof Kolomb Japonya’ya gitme hedefindeyken ne yazık ki Amerika kıtalarını keşfetmişti. Gittiği yere acı, zulüm, işkence ve daha nicelerini götürmüştü. Keşif öyle güzel bir zamanda olmuştu ki: Avrupa gerekli nüfus, finansal altyapı ve kompleks bir ekonomi geliştirdikleri zaman olmuştu. Bu keşifle beraber sömürgecilik daha da güçlenmişti. Dünya’nın fabrikası Hindistan ve Çin’di. Genellikle Doğu’dan Batı’ya bir mal sevkiyatı vardı. Avrupalılar bu yolları ele geçiremeyince bu ele geçirmeyi sağlamak için Coğrafi Keşifler’i gerçekleştirdiler. Peki neden bu yollar bu kadar önemliydi?

O dönemlerde tuz, şeker gibi baharatlar çok pahalıydı, ipek çok pahalıydı… İpek kozasından ipek yapmak çok zor ve bu ipek çok değerli: kağıtlarda, zırhlarda kullanılmıştır. Avrupalılar nereye varacaklarını bilmezken bile okyanuslara çıkmışlardır. Sonunda da Amerika kıtası keşfedilmiştir. Peki bu insanlar yerli halkla nasıl iletişim kuruyorlardı?

Hernán Cortés: Aztek İmparatoruğu’nu yıkan adam. Cortes gittiğinde yerli halktan bir kadın buluyor. Bu kadın Cortes’in bir nevi sevgilisi oluyor. Kadın tercümanlık görevi yapıyor. İlk başta iletişim böyle sağlanmıştı.
Sene 1494 günler 7 Haziran’ı gösteriyor. Tordesillas Antlaşması imzalanıyor. İspanya ve Portekiz arasında gerçekleşiyor. Neden İspanya ve Portekiz? Çünkü bu ülkeler fakirlerdi. Sonra bu ülkeler Dünya’yı ikiye bölecekler. Solu İspanya’ya sağı ise Portekizlilere verilecek. Antlaşmayı imzaladıktan üç sene sonra Brezilya bulunacak. Bütün Brezilya Portekizlilere kalacak.

Kolomb Küba’ya ilk gittiğinde, ilk gördüğü tepeleri Endülüsler’in camilerinin kubbelerine benzetiyor. Ama böyle bir şey yok tabi.
Coğrafi Keşifler’den beş sene sonra (1497) Amerigo Vespucci Amerika’ya adını veriyor (1503’de Amerika ismi veriliyor) ve ayrıca 1507’de Martin Waldseemüller tarafından Fransa’da yayımlanan bir coğrafya kitabında, Yeni Dünya topraklarının bağımsız bir kıta olduğunu kanıtlayan Amerigo Vespucci’nin adıyla anılmıştır.

Üçgen Ticaret: Batı Afrika, Avrupa ve Amerika arasındaki ticaret. Avrupalılar, Batı Afrika’ya gidiyor(zaten burası geri kalmış bir ülke), köleleri alıyor, Amerika’ya götürüyor. Amerika’da her yer toprak ama çalışacak kimse yok. Ucuza aldığı köleleri burada çalıştırıyor. Avrupa’da yetiştiremeyeceği ama çok değerli olan kahve, tütün, pamuk gibi ürünleri alıp Avrupa’ya götürüyor; silah, kıyafet gibi ürünleri alıp Afrika’ya götürüyorlar. Peki Amerika’daki yerlileri neden kullanmıyorlar? Çünkü yeterli nüfus yok, çoğunluğu ölmüştü.

Çiçek Hastalığı(1500’lerde): Amerika’nın güneyinde iki imparatorluk bulunmaktadır. Bu imparatorlar mikropla yıkıldı(çiçek hastalığı:smallpox). Afrika, Asya, Avrupa gibi ülkeler bu virüsten binlerce yıl uzakta kaldıkları için etkilenmemişlerdi. Ama coğrafi keşiflerle birlikte Avrupalılar oraya gidince yüz binlerce insan ölüyor. Bu olaya “Kolomb Mübadelesi” de denilmektedir. Bir de ayrıca bu keşiflerle beraber ortaya çıkan başka hastalık ise “İskorbüt”tür. O dönemlerde bu hastalığın C vitamini eksikliğinden olduğunu bilmedikleri için yine çok insan ölmüştür.

Yerli Koruması: Bartolomé de las Casas(1474-1566). Bu adam Kolomb’un yerlilere yaptığı işkenceden dolayı büyük bir tepki gösteriyor. Kilisede bununla ilgili tartışma oluyor, etnografik eserler oluyor. Ayrıca Doğu ilmi de o zaman çıkıyor.
Peki diğer bir soru: Sadece Amerika keşfedilmiyor o dönemlerde. Ama neden buradaki kolonyal yapı tarzında bir oluşum devam edemiyor başka yerlerde?
Mesela Afrika: Afrika’da içeri giremiyorlar. Çünkü bu insanların dirençleri fazla (Küçük küçük kuleler kurup ticaretlerini öyle gerçekleştirebiliyorlar). Ama Amerika’ya gittiklerinde oradaki herkes hastalıktan öldüğü için direkt orayı yönetebiliyorlar.
Dünya’nın çevresini ilk dolaşan denizci Macellan’dır. Aslında öyle değil Macellan bu olayı gerçekleştirirken yerliler tarafından öldürülür. Asıl dolaşan: Juan Sebastián Elcano, bu adamdır.
Bir başka konu Piri Reis’in 1513’te çizdiği haritadır.
Peki Osmanlılar neden bu keşiflere katılmadı? Çünkü gemi tipleri uygun değildi ve zaten Avrupa’nın ihtiyaçları doğrultusunda gelişti. O dönem Osmanlı zaten çok güçlü bir imparatorluktu.
    EVET SİZE TÜM GERÇEKLERİ ANLATTIM, BEN Mİ KİMİM? BEN O BAŞTA ACILI HİKAYESİNİ ANLATTIĞIM ÇOCUĞUN TORUNUYUM. ARAŞTIRMACIYIM VE BU GERÇEKLERİ ORTAYA ÇIKARMAK İÇİN YILLARCA ÇALIŞTIM…
    YENİ TARİHİN İZİNİ BULMAYA DOĞRU EN BÜYÜK İRADEMLE DEVAM EDİYORUM…
   NE DEMİŞLER “AYDINLATICI ÇALIŞMALARIN HEPSİ, TARİHTİR”

BENGÜSU DOĞAN